top of page
Search

Aydan Aksakal, une lettre au pont van gogh, 2022

her mektup, vereceği sözcükler gibi alacağı sözcükleri de kendi zarfında saklar.


şöyle bir ayrım var: “üç tür mektup yazarı vardır, mektubu fikirlerini açıklamak için kullananlar; anlatacak çok az şeyleri olmakla birlikte tekdüze bir hayatın en ufak ayrıntısını bile harikulade bir şekilde ele almasını, herhangi bir olayı alıp saygın bir biçimle süslemesini bilenler; ve nihayet, başka türlüsünü yapamadıkları için yazanlar, benliklerini bütünüyle, kanlı canlı biçimde yazışmalarına katanlar.”[1]


bu ayrım, üç farklı mektup yazarını o kadar iyi ayırt etmiştir ki, ekleme ve çıkarma kabul etmemektedir.


bunlardan ilkine verilecek en iyi örneklerden biri herhalde leibniz olacaktır. leibniz iflah olmaz bir mektup yazarıydı. her şeyi bilen son insan olarak leibniz, elbette mektup yazmayı da en iyi bilen insandı. onun mektuplarının aralarında gezinmek isteyeni sonsuz yolculuklar beklemektedir. ancak bu sonsuz yolculukların birinde bile miço olmayı göze almak, okyanusu tamamen içmeyi göze almak anlamına gelmektedir.


ayrımın ikinci tipi, süslemeyi sevenler, herhalde akla hemen proust’u getirecektir. proust’un hayatın en ufak ayrıntısı hakkında yazdığı sayfalarca sözcük, insana meseleyi unutturacak kadar ileri giden bir süsleme merakını işe koymaktadır. proust, okuruna bir mektup yazar. ancak onun mektupları bir kağıdın güvenli düzlüğünde piknik yapmaya değil, dibi görünmeyen kuyularla dolu bir arazide gözleri bağlı bir biçimde gece yürüyüşü yapmaya elverişlidir.


son tip, klasik “yazmasaydım ölecektim”, “yazmasaydım delirecektim” diye abartanlar. bunlar, abartmayı sevenler, başka türlü varolmanın mümkün olmadığı yönündeki yersiz iddialarıyla kağıtları hunharca çarçur etmenin peşindedirler. bunlardan uzak durun! bunlar önce sözcüklerini sonra kalemlerini, kağıtlarını, daha sonra zarflarını, pullarını, en sonunda da okurunun gözlerini, sabırlarını ve mektup kutularını tüketmek için yazarlar. ama kendilerini tüketecek kadar yazamazlar. bunların yazması, solumaya benzer. ölene kadar tükenmez ama işte insanın parmaklarını düzleştiren, bileklerini ağrıtan, belini büken bir yazma mesaisi, bunların benlikleridir. karşıdan yani okurundan gelecek yanıtları beklemez bunlar, bunlar daha mektubu postaneye verdiği anda yeni bir kağıt rica ederek ikinci mektubu yazmaya koyulanlardır.


her mektubun bir yazarı vardır, bir okuru vardır. ancak her mektup, yazarı ve okuru ile varolduğu zannedilse de, aslında sadece sözcükleriyle vardır. bu sözcükler bazen bir gözyaşı biçimini alabilir, bazen bir çiçek resmi veya bir çiçek yaprağının kokusu, hatta bizzat kendisi olabilir. ancak bunlar da en nihayetinde mektubun yazarından okuruna gönderilmiş sözcüklerdir. peki, okurun sözcükleri nerededir? “ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”[2]diye soran, okurdan söz istemektedir. “acaba?” böylece kendini sonsuz bir alacaklı konumuna yerleştirmektedir.


her mektup, vereceği sözcükler gibi alacağı sözcükleri de kendi zarfında saklar. okumasını ve yazmasını bilene.


Burak Çakır


______________ [1] André Maurois’dan akt. H. Sağlam, “hazırlayanın önsözü”, edip cansever – iki satır iki satırdır: alev ebüzziya’ya mektuplar içinde. [2] Oğuz Atay, “demiryolu hikayecileri”, korkuyu beklerken içinde.

 
 
 

Recent Posts

See All

Comments


bottom of page